(Nejla Demirci/Yeşil Direniş – 22 Ekim 2014)

“Kazanç hırsı sınırsızdır, dur durak bilmez. Tek hedefi üretmek ve tüketmektir. Ne güzelim doğaya acır, ne de yaşayan insanlara. Güzellik ve yaşamı acımasızca ezip yerle bir etmekte bir an bile duraksamaz”…Rabindranth Tagore

Küresel sermayenin tüm dünyada sürdürdüğü neo-liberal/kapitalist politikaların ekolojik sömürüsü kesintisiz devam ederken maksimum kâr politikası doğanın tamamen yok edilmesi yolunda acımasızca ilerliyor. Dünya devi küresel şirketlerin kontrolündeki hükümetler ve ülkelerin uyguladıkları düşük ücret, güvenliksiz çalışma koşullarının yanı sıra tüm doğal varlıkları tatminsiz tüketim dünyasının hammaddeleri olarak kullanılıyor. Bu tatminsiz dünya, gölgesi para etmeyen ağacı kesiyor, kentlerde talan, yerellerde asimilasyon yapıyor, ulus aşırı şirketlerin egemenliklerini tesis etmek için çiftçiyi tasfiye ediyor. İhtiyaç olmayan ihtiyaçlar yaratarak yatağında özgür akan suya kelepçe takıyor. Kelepçelemediği suya kirini boca ederek karına kar katıyor. Bütün bu yağma süreçleri Trakya gerçeğinde olduğu gibi geçmişi yok ederken, geleceğimizi de elimizden almaya çalışıyor.

Unilever-fabrika

Fotoğraf: Unilever fabrikası Ergene’nin taşkın suları altında

Trakya bölgesinde faaliyet gösteren ve birçoğu ruhsatsız olarak üretim yapan, çoğunlukla suya dayalı irili ufaklı yaklaşık beş bin sanayi tesisi bulunmaktadır. Bu tesislerin önemli bir kısmı kimyasal atıklarını hiçbir arıtma uygulamadan Ergene Havzası’na bırakıyor. Devletin belirlediği deşarj standartlarında çalışan çok az sayıda arıtma tesisi olan kuruluşların da atık suyu hiçbir amaç için kullanılamıyor. Sekiz bin yıllık tarım kültürüne sahip olan dünyanın en verimli tarım arazileri arasında ilk sıralarda yer alan Ergene Havzası, Türkiye tarımsal verimliliğinin iki katını oluştururken kirletici sanayiye teslim edilmiş sanayi kültürü, adeta Trakya çiftçisine ve doğasına dayatılmıştır.

Yıldız Dağları’ndan doğup 40 km sonra Çerkezköy’de faliyet gösteren sanayi kirliliğine teslim olan ve dördüncü sınıf suya dönüşen Ergene Nehri, Çorlu Deresi ve Çorlu Sanayi Bölgesi’nde de bir kez daha kirlenerek yoluna adeta bir balçık nehir olarak devam ediyor. 283 km yolculuğu boyunca, iki yüz kırk köy, şehir ve beldeyi kat ederek Türkiye-Yunanistan sınırında Meriç Nehri ile buluşan Ergene, Saroz Körfezine dökülerek uluslararası bir tehdit oluşturuyor.

ERGENE-NEHRİ-KİRLİLİĞİ-AÇOKLAMA-3

Ergene Nehri bir zamanlar geçtiği topraklara hayat veren, içinde sekiz, on çeşit balığın yüzdüğü, bölgedeki tarım arazilerini besleyen, çevresinde Hıdrellez bayramlarının yaşandığı bir nehirken, şimdi hayatı tehdit ediyor, artık can alıyor. 1 milyon 50 bin insanın yaşadığı havzada otuz beş, kırk yıldır kurşun, cıva, kadmiyum, kobalt, bakır gibi ağır metaller; arsenik, fosforlu-azotlu bileşikler, asit alkali ve boya gibi zehirli kimyasallar Ergene Nehri’ndeki balıkları ve toprağı toprak yapan bütün canlıları öldürdü.

Keşan Haber gazetesinde 17 Ekim 2010 tarihinde yayınlanmış haberde Nejdet Uybaş 1985’lerde başlayan kirlenmeyi şöyle anlatıyor: “Bir yaz gecesi, saman balyası almaktan geliyorduk ve dereden geçiyorduk, birden derenin yüzeyinin yüzlerce, binlerce balıkla dolu olduğunu gördük. Traktörün ışığından kol gibi, bacak gibi balıklar yarı baygın geçiyorlardı. Traktörü durdurduk ve suya indik. Birden bir balık yakalama çılgınlığı başladı, sahte bir sevinç dalgası yayıldı etrafa. Kimse bu balıklara ne oldu sorusunu sormadan balıklar yakalanmaya başlandı, köye haber vermeye gidenler oldu. Bir saat sonra taşların üstünde yüz kişi balık yakalıyordu. O gece sabaha kadar balık yakalandı. Çok büyük, 2 metre boyunda yayınlar, 1.5 metre sazanlar yakalayanlar oldu. Ergene’de bu kadar büyük balık olabileceği kimsenin aklına gelmezdi. Bu büyük balıkları görmek için herkes sıraya girdi. Büyük bir yayın balığının iki gün ölmediği söylendi durdu günlerce.”

Hala o yayın balığının can çekişmesidir Ergene Havzası. Fakat Ergene Nehri öldü. Artık Ergene’de yüzen balıklar, kenarında saman balyası sonrası kadınlı erkekli yorgunluklarını atan çifçiler, yapılan piknikler, kurulan muhabbetler, Hıdırellez bayramları masal oldu ve Ergene’de yüzmeyi öğrenmiş büyüklerden yüzmeyi bilmeyen torunlarına anlatılıp duruluyor. Havza’nın kadınları, “Eskiden işimiz bittiğinde kadınlı erkekli nehrin kenarında oturur yorgunluk atardık ama şimdi kadınlar evde, erkekler kahvede,” diyor.

fft99_mf1559276

Arıtma tesislerinin çalış(tırıl)maması sonucunda yaz aylarında balçığa dönüşen suyun hızlı akmasını sağlamak için barajlardan Ergene Nehri’ne kirliliğin denize hızlı akması için su salındığı biliniyor: Bu suyun tarımda kullanılmasını sağlamak için, DSİ Müdürlüğü’nün pompajlarla Meriç Nehri’nden Ergene Nehri’ne su aktardığı ve 1997 yılından bu yana havzanın içme sularının toksik maddeler içerdiği resmi bilgidir.

Ergene Havzası, Türkiye’nin verimliliğinin iki katını oluşturuyordu. Bir ekilip üç alınıyordu. Meşhur kara kavunu ve şeker pancarı tarihe karışsa da bu münbit coğrafyada hala hüzünlü gündöndü tarlaları güneşe bakar ve direnir. Bu gün hala Trakya gündöndü üretiminin yüzde yetmişini, pirinç üretiminin yüzde ellisini, buğday üretiminin de yüzde onunu sağlıyor. Bu gıdaların insan sağlığı üzerindeki etkileri her evde bir kanser vakası şeklinde yaşanıyor. Yoksullukla pençeleşen çiftçi, maliyetleri düşürmek için Ergene’nin suyuyla temiz suyu karıştırarak çeltik ekimi yapıyor. “Kirli su ile pirinç yetiştirmeyi de öğrendik,” diyen çiftçinin feryadı devletin çiftçiye suç işlettiğinin de açık göstergesidir bu coğrafyada.

sulama-e1374514158131

Tekirdağ İl Tarım Müdürlüğü yıllardır bölge halkına, havzada yetiştirilen gıda analizlerinin düzenli yapıldığını ve sonuçlarının temiz çıktığını söylüyor olsa da yaptığımız gıda analiz sonuçları şöyledir:

Gündöndü (Ayçiçeği) örnekleri:
Kurşun (Pb): Gıda tüzüğünde toksisite için varolan maksimum değerden sekiz kat fazla,
Kadminyum (Cd): İki kat fazla bulunmuştur.

Çeltik (Pirinç) örnekleri:
Kurşun (Pb): Gıda tüzüğünde toksisite için varolan maksimum değerden sekiz kat fazla bulunmuştur.

Buğday örnekleri:
Kurşun (Pb): Gıda tüzüğünde toksisite için varolan maksimum değerden sekiz kat fazla bulunmuştur.

Trakya Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Osman İnci “Bölgede görülen kanser vakalarının patolojik incelemelerinde kanserli dokularda ve o kişilerin kanlarında bulunan değerler, diğer bölgelerde yaşayan insanlarda görülen kanserli dokulara oranla normal değerlerin çok üzerindedir. Bu da endüstriyel kirliliğin bir sonucudur,” diyor.

Bütün bu kirlilik göz önünde bulundurulduğunda sadece kanserden söz edemeyiz ve bugün artık yaşamın sonunun göründüğünü, çok ciddi bir kesimin daha fazla hayatta kalmak için çeşitli hastalıklarla mücadele ettiğini biliyoruz. 1989 yılında Bulgaristan’dan zorunlu göçe zorlanmış Muratlı’da yaşayan Türk kökenli Göçmen Mahallesi sakinlerinin evlerinin giriş ve bodrum katında su pompaları mevcut. Yağmur yağdığında evlerine dolan yağmurla karışık Ergene suyunu dışarıya pompalayan göçmenler, her gün yağmurun yağmaması için dua ediyor. Yağmur yağdığında evleri Ergene’nin tehlikeli suları altında kalan göçmenlerden biri Elif Molla, “Biz burada göçmenler olarak artık çok azaldık. Komşularımızın, arkadaşlarımızın isimlerini, lakaplarını unutmaya başladık. Yüz elli hane iken, hastalanan gitti. Başka bir yere taşınamayacak kırk beş, elli hane kaldık,” derken, vücudunun çeşitli yerlerinde kirlilikten dolayı sürekli yaraların oluştuğunu göstererek, doktorunun yaşadığı bölgeyi değiştirmesinin dışında yapılabilecek hiçbir şeyinin olmadığını söylüyor.

15-İNANLI-MURATLI

Çorlu’da, Çorlu Deresi’ne yakın mesafede yaşayan dört kişilik bir işçi aile üyesi Menüşe Akpolat, dört torba ilaç getirip, “Hepimizin bir hastalığı var,” demişti ve bölgede yaşanan bütün hastalıkları ailesi ve komşuları üzerinden anlatmıştı. Dolayısıyla kanser hastalığının yanı sıra bölge halkı için cilt hastalıkları, kalp, böbrek ve karaciğer yetmezlikleri, astım-bronşit gibi hastalıklar artık sıradan hastalıklar olmuş.

Trakya’nın doğasının, yeraltı sularının, sermayeye karşılıksız verilen bir armağan olduğu ortada. 1989-2008 yılları arasında DSİ 11. Bölge Jeoteknik ve Yeraltı Suları Şube Müdürü Osman Candeğer, bu armağanı şöyle anlatıyor, “DSİ’ye müracaat eden kurum kuyu açmak için arama belgesini gönderir. DSİ tapusunu gidip yerinde görür, bir sakınca yoksa kuyu arama-açma iznini alır. Bunu izinsiz yaparsa DSİ’nin bunu kontrol etme, yakalama şansı yoktur. Fabrikalara öyle elinizi kolunuzu sallayarak, ben DSİ’den geldim diyerek gidemiyorsunuz. Denetim için gidildiğinde de bekçi içeriye telefon açar, al derlerse alınırız, alma derlerse alınmayız,” diyor. İzinsiz kuyu açılmalarıyla tesadüfen karşılaşıldığını söyleyen Candeğer, 1990 yılında Misinli adında bir firmada, sarnıçta biriken metan gazı patlaması sebebiyle otuz üç işçinin öldüğünü anlatıyor, bu patlama esnasında işletmenin üç tane kuyu açma hakkı olmasına rağmen sekiz kuyuyla çalıştığı tespit edilmiş. Bu firmanın faaliyeti hala devam ediyor.

21006767_20130517142719451

2000’li yıllarda Çevre Bakanı olan Fevzi Aytekin, “O dönemlerde tekstil fabrikalarının kimyasal sularını tekrar geri su kuyularına enjekte ettiklerini, atık suları tarlalara döktüklerini tespit ettik. Seksen fabrikaya para cezası verdik, kapatma kararı aldık ama fabrikaları kapattırmadılar,” diyor.

Bilindiği üzere bu fabrikaların kimyasal su atığının dışında katı atıkları da var. Bu tesislerden çıkan tonlarca zehirli katı atığın yasalara uygun biçimde saklanması büyük giderlere mal olmaktadır. Dolayısıyla katı atıklar da şirketlerin tatlı kârlarına yük olmuyor.

Kırkgözler köyü sakinleriyle köy meydanında, Ergene’yi konuşuyorduk. Bir köylü, “Bırak Ergene’yi be kızanım, bu fabrikalar atıklarını getirip olduğu gibi köyümüze boca etti. 30-40 metre yükseklikte, toprağı kazma zahmetinde bile bulunmadan, öylece ağaçlarla beraber dağ yaptılar,” diyerek açıkça işlenen cinayetin mahallini göstermişti.

Tehlikeli atık vahşeti sadece Kırkgözler köyüyle de sınırlı değil. Çorlu Sağlık Mahallesi’nde yaşayan Şaban Gürgen isimli çiftçinin dereye 80-100 metre mesafede olan çiftliğinin önündeki tarlalara tehlikeli katı atıkları gömmüşlerdi. Şaban Bey, bu konuda bize bilgi vermekten çekinmişti. Zira Trakya’da sermayeye söz söylemenin bedeli ağırdır. Aylar sonra Şaban Bey’in arayıp tehlikeli atıkların gömüldüğü tarlaları göstermek istemesi meğer kanser hastası olduğunu yeni öğrenmesindenmiş. Şaban Bey, 15-20 metre derinlere gömülü tehlikeli atıkları mahcup, üzgün, öfkeyle kürekleyip kürekleyip bize gösterirken, onun birkaç ay sonra öleceğini bilmiyorduk.

1929 yılında kurulan Çorlu ve Çerkezköy derelerinden beslenen Sağlık Mahallesi, adını muhteşem doğasından almış. Geçmişte dedelerine, ninelerine şifa olan bu köy artık bugünün Ergene ilçesidir. Geçmişte ismini sağlıklı oluşundan alıyorken, şimdilerde ismini ölümün diğer adı olan Ergene’den alıyor.

Geçmişin bostanları olan verimli Ergene kıyıları bugün zehir depoları olarak kullanılıyor. Bu skandallar insan hayatını ve doğada yaşayan diğer canlıların hayatını hiçe sayan, paranın dışında bir dünya olduğunu bilmeyen gangsterlerin, insanları yoksullaştırıp kendisine köle eden, yetmedi öldüren istismarlarının öyküsüdür Ergene.

7-ULAŞ-ÇIKIŞI

Trakya sürekli kandırıldı
2011 yılında Çevre ve Orman Bakanlığı Acil Eylem Planı’nda, Ergene’de akan suyun, tarımda kullanılması hedefini içeren on beş maddelik bir plan hazırladı. Adına “Şafak Harekatı” denen bu projeye 3 milyon liranın üzerinde bütçe ayrıldı. Dağınık sanayi kuruluşlarını dokuz Organize Sanayi Bölgesi (OSB) olarak müşterek arıtma(!) tesislerinde birleştirme kararı aldı. Bu müşterek arıtmalardan çıkacak olan, nehrin doğal debisinin üç katı olan atık suları derin deşarj yöntemiyle Marmara Denizi’ne aktarmayı uygun gördü! Zaten kirli olan Marmara Denizi için de çılgın kanal-izasyon İstanbul projesi geliştirilmiş olmalı! Böylelikle kirliliği okyanusa gönderme çılgınlığı düşünülmüş olunabilir mi acaba? Ne de olsa çılgın proje.

Yıllardır arıtma tesislerinin çalıştırıl(ma)ma koşulları göz önünde bulundurulduğunda kirliliğin adresinin değiştirileceği aşikârdır. Bakanlık, bir yandan suya dayalı sanayi kuruluşlarının havzaya gelmesini engellediklerini, diğer yandan da yeni gelecek sanayi kuruluşlarına OSB içinde olma şartı koyduklarını ifade ediyor.

Bu acil eylem planında, belediyelere evsel atık su arıtmaları, dere ıslah çalışması (suyun denize hızlı akması için nehir kanala dönüştürüldü), arıtma yapamayan/yapmayan fabrikalara arıtma tesisi yapılması için kredi verilmesi, tehlikeli katı atık işleme tesisleri kurulması, barajlar, göller gibi rantabl projeler hayata geçiriliyor.

Şafak Harekâtı ile “2013’ün sonunda birlikte o nehirde yüzeceğiz,” diyen Bakanlık, geçtiğimiz günlerde havzanın kirlenmesine izin veren genelgeyi iki yıl daha uzattı. Yıllardır kirleten öder hakkını yerine kirletene ödenir hakkını da başlatmış oldu.

20140916-135234-1410864754-291323912

Ya kapitalizm ölecek ya da Trakya
Dünyada yaşanan bütün ekolojik felaketlerin büyük bir fotoğrafıdır Trakya. Çiftçinin onuru olan toprak, havzanın canı olan Ergene yok ediliyor. Kanser oranlarının Türkiye ve Avrupa ortalamasının üzerinde olduğu gerçeği alkol ve sigaraya bağlanıyor, su kaynakları üzerine taş ocakları kuruluyor. Ergene Nehri’ni oluşturan gözelere yakın mesafelerde acımasızca patlatmayla taş ocakları çalışıyor. Saray ve Kapaklı ilçelerine bağlı Güngörmez ve Ayvacık köyleri arasında kırk köyün yaşamını bitirecek kuvarsit ocağına izin çıkıyor. İğneada’ya nükleer santral kancası takılıyor. Pek yakında kaya gazı gündeme geliyor. RES’ler kuruluyor, kıyı balıkçıları ağlıyor. Bütün bu ağır süreçler yaşanırken, bir avuç sermayedar kesintisiz kazanmaya devam ediyor.

5791

Fotoğraf: Nejla Demirci

Trakyanın doğasını kurtarmak için siyasileri bekleyemeyiz. Burnumuzun dibindeki kurbağa ölmüşse, biz o kurbağanın hayatını, iki gün can çekişen yayın balığının hayatını-hayatı savunamamışız demektir. Bildiklerini uygulama alanına koyan halkın akademisyenleriyle kariyerizmden kaçınan ve dalgakıran tehlikeleri fark ederek büyüyen mücadeleler ancak Trakya’yı kapitalizmin kıskacından kurtarabilir. Bu ölüm karşısında bölük pörçük mücadeleleri, cılız çıkan sesleri ancak birleştirerek başlayacak Ergene’de hayat.