(Hakan B. Gülsün / BİA – 29 Kasım 2014)

Cevdet Paşa, 19. yüzyılın siyasal görünümünü aktarırken Âli ve Fuat Paşaların görevden uzaklaştırılmalarındaki gerçek nedenin, her iki paşanın da padişahın yaptırmak istediği yeni saray için “buna şimdilik gerek yok” demeleri olduğunu söyler.

Tanınmış toplumbilimcilerimizden Niyazi Berkes, “200 Yıldır Neden Bocalıyoruz” adlı önemli çalışma­sında, Osmanlı’nın 19. yüzyıldaki siyasal atmosferinin çerçevesini çi­zer ve bir yerde şu tanımlamayı ya­par: O zamana dek yapılan reform denemelerinden toplumun kökten değişmesi anlaşılmıyordu.

18. yüz­yılda Batı’dan bazı şeyler alma zo­runluluğu kabul edildiği zaman bu, ortaçağ düzeninin bırakıp yeni bir toplum düzenine geçmek anlamına gelmiyordu. Aksine, bunlar hâlâ ideal sayılan eski düzene dönmek için devleti güçlendirme önlemi olarak görülüyordu. Ortaçağ uygar­lığının sevgili kavramlarından olan “nizam” düşüncesi kafalara o kadar egemendi ki, daha sonraları ıslahat ve yenileşme rejimlerine bile bu sözcük ile ilgili adlar veriliyordu: “Nizam-ı Cedid”, “Tanzimat”, “Kanun-i Esasiye”.

Berkes’in doğruluğu tartışılmayacak nitelikteki bu tanımlaması, döne­min yöneticilerinin toplumsal ve ekonomik sorunlara yönelik çözüm arayışlarının niteliğini gösteriyor. Dikkatli bir bakışla, aynı düşünce­nin mimarlığın kimi alanlarında, özellikle padişaha ait yapıların ona­rımı söz konusu olduğunda da ge­çerli olduğunu görebiliyoruz.

500-277

Fotoğraf: Klasik dönem Osmanlı Sarayı: Topkapı

Biraz daha açmak gerekirse, Cafer Çelebi, ünlü yapıtı Risale-i Mimariye’de, Sultan III. Murad döneminde, Kabe’nin onarımı için görevlendiri­len Mimar Sinan’ın, yapının duvarla­rını bir kuşakla çevirme isteğinin dö­nemin ileri gelen din bilginleri tara­fından “vaz’i kadime taarruz temek ol kadar emf-i müstahsen değildir” sözleriyle geri çevrildiğini belirtir. Kısacası Çelebi, dönem ulemasının, yapının karakterini bozacak ekleme­lerin iyi olmayacağı düşüncesini ak­tarır. Başka bir belgede de “Devlet-i Aliyyenin esas kararı, Ebniye-i Mübareke’nin (kutsal yapıların) onarı­mında heyet-i asliyesini bozmadan, kadimi veçhile (aslına uygun olarak) yapılması” gerektiği ve bu konuda bir padişah emri olduğu belirtilir. (*)

Tarihsel yapıların restorasyonuyla ilgili günümüz tartışmalarını düşü­necek olursak, bu tanımlamalar da­ha da ilginç bir hal alıyor. Kutsal ya­pılar için geçerli olan bir kural, ta­rihsel süreç içinde, din ve devletin temsilcisi ve Hz. Muhammed’in ar­dılı olan Osmanlı padişahının tüm yapıları için geçerli kılınmış. Üstelik bununla da yetinilmemiş ve kurala uymayanlar hakkında soruşturma da açılmış.

Cengiz Bektaş, “Koruma Onarım” adlı çalışmasında, Osmanlı yöneti­minin tarihsel yapılara karşı takındı­ğı tutuma örnek olarak şu iki belge­yi sunuyor:

“Eğriboz Beyine hüküm ki

“Eğriboz Kalesi’nde ‘Yukarı Kapı’ de­nilen kuleye çıkan merdivenin aya­ğında bırakılmış olan mermeri, Mu­hakeme Naibi Galatalı Mehmed’in yerinden çıkarıp kendi kapısının eşiğine yerleştirdiğini bildirmişsin. Şimdi, bu buyruğum sana ulaştığın­da zaman geçirmeden adı geçen mermeri eski yerine koydurasın.”

“Ve Eğriboz Beyine, Atina, Livadiye ve İstefe Kadılarına hüküm ki,

“Saraya bir dilekçe ile başvurulmuş­tur. Bu dilekçede bölgenizde kimi işlenmiş mermer direkler ve somaki mermerler olduğu belirtilmiştir. Bu mermerleri kimi gayrimüslimlerin yerlerinden alarak, sürükleyip taşı­yarak savaş için gelen Hıristiyanlara sattığı haber verilmiştir.

“Bu hüküm elinize geçtiğinde, böl-genizdeki mermer direkleri ve so­maki mermerleri bölgenizdeki ken­di yerlerinde koruyup Hıristiyanlara sattırmayın.”

Soruşturmalara kadar varan bu tar­tışmalarda önemli bir mimarımızın adıyla karşılaşıyoruz: Vedat (Tek) Bey.

500-336

Fotoğraf: Topkapı Sarayı’na eklenen Mecidiye Köşkü. 19. Yüzyıl yapısı olmakla birlikte biçemsel farklılık yalnızca ayrıntılarda.

Özetlemek gerekirse, 1900’lü yılla­rın başlarında II. Abdülhamid karşı­tı hareketlenmeler doruktadır. So­nuçta 1909 tarihinde Abdülhamid tahttan indirilerek yerine Sultan Mehmed Reşat getirilir. Abdülha­mid, 33 yıllık saltanatı boyunca Yıl­dız Sarayı’nı kullanmış, Dolmabahçe Sarayı boş ve çoğu zaman ba­kımsız bırakmıştır. Ne var ki Meh­med Reşat, Dolmabahçe Sarayı’nı kullanmak isteyecek ve bakımsız olan sarayın onarılması için Vedat Bey’i ser mimarlığa atayacaktır. Edebiyatımızın ünlü siması Halit Zi­ya Uşaklıgil, -kimi yorumlara göre İttihat ve Terakki’nin saraydaki aja­nıdır- yeni padişahın başkâtibi ola­rak atanır ve daha sonra o yıllarla il­gili olarak yazacağı anılarında, Dol­mabahçe Sarayı’nın nasıl harap du­rumunda olduğunu ve mimar Vedat Bey’in onarım çalışmalarını uzun uzun anlatır. Ama Uşaklıgil’in anıla­rında anlatmadığı bir şey var ki o ela şudur; Vedat Bey hakkında bu ona rinalardan biriyle ilgili olarak sorgu­lama başlatılmıştır.

Bu konudaki belgeler hayli ilginç, Vedat Bey, Dolmabahçe Sarayı’nın yola bakan cephesinde yer alan Camlı Köşk’teki kabartma kuş mo­tiflerini kaldırıp yerlerine çiçek mo­tifli süslemeler koymak istemiş ama bu girişim, kendisi hakkında, Şura­yı Devlete (Danıştay) dek uzana­cak bir dizi soruşturmaya yol açmış­tır. Dönemin Hazine-i Hassa müdü­rünün soruşturmayla ilgili yazdığı belgeye düştüğü şu cümle, Osman­lı mimarlığında padişaha ait yapılar­daki onarımlar için saptanan kural­ları göstermesi açısından son dere­ce önemlidir:

Kaybolan Osmanlı saraylarından biri, Kavak Sarayı

500-457

“Meban-i Seniye’nin heyet-i asliyeleri­ne halel gelmemek suretiyle icra-i ta­miratı, öteden beri müttehas olunan usulü icabatından olduğu cihetle”

Kısacası Hazine-i Hassa müdürü, yapının genel karakterini bozacak onarımlardan sakınılması gerektiği­ni belirtiyor. Heyet-i Fenniye mima­rının sözlerinden tartışmanın sürdü­ğünü anlıyoruz:

“Saray-ı Hümayunlar tamiratının he­yet-i asliyelerine halel gelmemek üzere icrası, Hazine-i Hassaca mütenehhi olduğundan”

Bu belgeye göre onarımların nasıl olması gerektiği konusunda yasalar mevcut ve belgenin devamında Ve­dat Bey’den savunma isteniyor. So­nuçta Vedat Bey, böyle bir girişimi­nin olmadığını söylüyor ve onarım aslına bağlı kalınarak yapılıyor.

Tüm bu sıraladıklarımızın, mimarlık tarihimiz adına övünülecek ilkeler ya da yasalar olduğu söylenebilir. Ama yine de bu ilkelerle çelişen sa­yısız uygulamanın olduğu da bir gerçek. Üstelik garip olan, bu uygu­lamaların yine Osmanlı saray yapı­ları için söz konusu olması. Öyle ki eski Beşiktaş, Çırağan ve Beylerbe­yi Sarayları yıktırılarak yerlerine bu­gün gördüklerimiz yaptırılmış.

Yasaların uygulanıp uygulanmama­sı hususunda erk, Tanzimat’ın getir­diği tüm yeni düzenlemelere karşın padişahın elindeydi. İlber Ortaylı’ya göre imparatorluk son yarım yüzyılını anayasal bir monarşi ola­rak tamamlamıştı ve Osmanlı padi­şahı Halife olduğunu içte ve dışta her zamankinden çok belirtiyor, ilan ediyor ve özellikle dış dünya­da bu unvan ve yetkileri sıkça kul­lanıyordu. Öyle ki padişah, elden çıkan topraklarda bile hukuken dinsel lider olarak tanınıyor, İstan­bul camilerinin bazılarında selamlık resmini ifa ediyordu. Şunu da be­lirtmekte fayda var, Tanzimat Fermanı’nı ilan eden padişah her ne kadar yetkilerinden bir bölümünü bırakıyorsa da, o andaki yönetim biçimine göre, büyük harcamalarla saray yaptırma isteğini önleyecek herhangi bir kurumun varlığı şöyle dursun, kısıtlama yetkisine sahip bir kurum da bulunmuyordu. Cev­det Paşa, Tezakir’de 19. yüzyılın si­yasal görünümünü aktarırken bu konuya da değinir ve Ali ve Fuat Paşaların görevlerinden uzaklaştırılmalarındaki gerçek nedenin, her iki paşanın da padişahın yaptırmak istediği yeni saray için “Buna şim­dilik gerek yok” demelerinin oldu­ğunu söyler.

Kısaca imparatorluğun yönetim merkezi olmasının yanı sıra padişa­hın evi olan Osmanlı sarayını oluş­turan yapılar topluluğunda, mimar­lık ile ilgili herhangi bir eylem söz konusu olduğunda, yetkilerin padi­şahın elinde olduğu anlaşılıyor. Çünkü konumu ve sıfatı nedeniyle, hiç olmazsa bu alanda kararlan ve kuralları değiştirme yetki ve gücü­ne sahip olmalıydı. Hiç olmazsa dememizin nedeni, Osmanlı tarihi­nin kimi çevrelerin çıkarlarına ters düşen kararlar almaya kalkıştıkları için öldürülen padişahların da tari­hi olmasıdır. Yoksa yapıların ko­runmasına yönelik az önce sıraladı­ğımız yasalar ve kurallar dururken bunlara ters düşen böylesi yıkımla­ra gidilmezdi. Kaldı ki bu konuda, padişahın çevresindeki danışman­ların yaklaşımları da dikkat çekici­dir. Cevdet Paşa’nın yazdıklarına bakılacak olursa, Sultan Abdülmecid’in Beşiktaş Sarayı’nı yıktırıp ye­nisini yaptırdıktan sonra, “Beşiktaş Sarayı da pek tekellüflü oldu, daha sadece olabilirdi” sözlerine, impa­ratorluğun yaşadığı ekonomik sı­kıntıya rağmen verilen cevap; “Efendimize göre bu bir şey değil” olmuştur.

Sonuç olarak, Osmanlı mimarlık ta­rihinde ve özellikle padişaha ait ya­pılarda onarıma gidilirken, yapılan­ların aslına sadık kalınmasına dik­kat edilmiş ve buna ters düşen ey­lemlerden olabildiğince kaçınılmış­tır. Öyle sanıyoruz ki, yapılacak da­ha kapsamlı belge araştırmalar ve günışığına çıkartılacak yeni bilgiler ile bu konudaki uygulamaların ne tür yetkileri kapsadığı ortaya kona­caktır. Öte yandan, varılacak sonuç­lar çok az bilinen bir konuyu, mi­mar ile yaptıran arasındaki ilişkinin boyutlarını, bu ilişkinin hiyerarşik düzenini açığa çıkaracaktır.

(*) H. B. Gülsün., “Osmanlı Mimarlığı’nda Onarım Yasaları ve Bir Belge”, IX. Milletlerarası Türk Sanatları Kongresi, 23-27 Eylül 1991.

N. Berkes., 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz?, Cum­huriyet Yay. istanbul. 1997.

Cevdet Paşa., Tezakir, TTK Yay. Ankara, 1986.

M. Cezan, Sanatta Batıya Açılış Ve Osman Hain­di, İş Bankası Kültür Yay. istanbul, 1971.

11. 11. Gülsün., “Dolmabahçe Sarayı ve Mimar Ve­dat Bey”, İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sanat Tarihi Bölümü, yayımlanmamış bilim uz­manlığı tezi, İstanbul, 1990.

Mehmet Selahattin, Bir Türk Diplomatının Evrak-ı Siyasiyesi, istanbul, 1306.

H. Z. Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, İstanbul, 1965.

* Bu yazı Şubat 2003’te  Toplumsal Tarih dergisinde “Osmanlı Saray Mimarlığında İlginç Bir Yasa” başlığıyla yayınlanmıştı