(Fatih Sınar / Zaman – 15 Ocak 2016)

İstanbul’a çok uzak değil İğneada. Yine de metropol uzantısı olmaktan kurtulabilecek kadar uzak. Ardı sıkı orman, önü Karadeniz.

Yakın bi’ zamanda, 2007’de milli park yapıldı, korumaya alındı. Bu sıkı ormanların arasında gölcükler, Istrancaları aşıp Karadeniz’e kavuşma derdine düşmüş küçük ırmaklar gizli. Özgün tabiatıyla başka bir yeri var doğaseverler nezdinde; Avrupa’nın en zengin Longozormanlarından biri burada. Nedir longoz ormanları?

Vize’den Istranca’nın içlerine doğru kıvrılan yol, güz rengi dağların ardında sakin bir kıyıya ulaşıyor. Engin maviliğin kıyısına saklanmış bir kasabaya, İğneada’ya.

İstanbul’a çok uzak değil burası. Yine de metropol uzantısı olmaktan kurtulabilecek kadar uzak. Ardı sıkı orman, önü Karadeniz. Yakın bi’ zamanda, 2007’de milli park yapıldı, korumaya alındı. Bu sıkı ormanların arasında gölcükler, Istrancaları aşıp Karadeniz’e kavuşma derdine düşmüş küçük ırmaklar gizli. Özgün tabiatıyla başka bir yeri var doğaseverler nezdinde; Avrupa’nın en zengin longoz ormanlarından biri burada. Nedir longoz ormanları? Şöyle yazıyor Longozu Koru sitesi; Longoz, denize doğru akan derelerin getirdiği kumların birikerek kıyıda set oluşturması ve dere ağzını kapatması sonucu akarsuyun biriktiği yerde oluşan bir özel ekosistemdir. Bu ekosistem, Türkiye’de bulunan 453 kuş çeşidinden neredeyse yarısını barındırıyor içerisinde. Ayrıca, 610 çeşit bitki, 51 tür memeli hayvana yuva oluyor bu doğa. Magma Dergisi ilk sayısında yer verdiği İğneada’dan şu şekilde bahsediyor;

İğneada Longozu, Avrupa’daki en belirgin subasar orman varlığı. Aynı zamanda bölge, altı ayrı ekosistemin; deniz, kumul, lagün gölüyle birlikte sazlık, subasar orman ve tatlı akarsular ve yamaçlara doğru yükselen kuru orman alanlarının birbirleriyle kaynaştığı eşsiz bir coğrafya… Longozlar sadece bitki ve ağaçların değil, insan dahil canlı türlerinin ekmek kapısı, hayat kaynağıdır. Longozlarda büyükbaş ve küçükbaş hayvancılık yapılıyor; fidancılık, kavakçılık, cevizcilik ve çeşitli tarım ürünleri üretilebiliyor.

DSC_0305

Fukuşima’nın ardından

Türkiye’nin 1950’lere kadar giden bir nükleer geçmişi var, daha doğru ifadeyle nükleer hayali kuran bir geçmişi var. (İlk somut adım 1955’te Başbakanlık’a bağlı Atom Enerjisi Komisyonu kurularak atıldı)Hayal gerçekleşmedi belki ama bu yoldan da vazgeçilmedi. 50’lerde ‘atom bombası’ yolunda başlayan serüven bugün ‘enerji yatırımına’ dönüştü. Bu sırada, vaktiyle nükleer santrallerle ‘gelişen’ ülkelerden bazısı fikir değiştirip yenilenebilir-doğa dostu enerjiye geçme çabalarında. Mesela Almanya, nükleer santrallerini 2022’ye kadar kademeli olarak kapatmayı planlıyor. Fukuşima felaketinin ardından Fransa’dan da benzer bir adım gelmişti. (Halihazırda nükleer santral planlarına devam eden ülkeler de var. Wikipedia’da yer alan şu haritada nükleer santral dağılımına bakılabilir.)

Fakat, 2011’de Japonya’da yaşanan Fukuşima kazası dünyada nükleere bakışın değişmesini hızlandırdı. Bu kaza sonucu radyasyon etkisi altında kalan bölgeden yaklaşık 200 bin kişi tahliye edilmek zorunda kalmıştı. Kaza sonrası çevreciler, sivil toplum örgütleri nükleerin zararlarını kamuoyuna anlatmaya çalıştı. Kimi siyasi partiler programlarında güncellemeler yaparak, nükleer enerji planlarının yerine farklı kaynaklar koydu. Çin ve Hindistan gibi nükleer santrallere yenilerini eklemeye çalışan ülkelerde tartışma konusu oldu.

DSC_0314

Türkiye ise bu yolda kararlı görünüyor. Akkuyu ve Sinop’un ardından birkaç ay önce eski Enerji Bakanı Ali Rıza Alaboyun, 3. nükleer santral projesi için belirlenen yeri açıkladı. Uygun görülen yer milli park statüsündeki bir yer olmuştu bu kez, yani İğneada. Bu özgün doğa, koca bir tehlikeyle karşı karşıya şimdi. Karşı karşıya olan sadece doğa değil elbette, kilometrelerce alan radyasyon tehdidi altında olası bir kazada. (İğneada, İstanbul’a kuş uçuşu 120 km uzaklıkta) Nükleer santrallerde yaşanan problemler küçümsenecek sorunlar değil. Türkiye bunu, sonucu ciddi boyutlara varan Çernobil felaketiyle görmüştü aslında. (Çernobil, Ukrayna’nın kuzeyinde bir kasaba. Türkiye’de kuş uçuşu en yakın yöre olan İnebolu 1.050 km uzaklıkta)

Yazıyı Greenpeace sayfasında yer alan şu kısımla sonlandırayım:

Yanı başımızda Çernobil ve uzağımızdaki Fukuşima başta olmak üzere defalarca gördük ki nükleerin yıkıcı etkisi sınır, ülke, ileri teknoloji tanımıyor. Nükleer enerji santrallerinin üreteceği enerji, temiz, yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edilebilirken ve enerji verimliliği politikaları ile nükleer enerji santralinden üretileceğini umduğunuz enerji tasarruf edilebilirken neden nükleer enerji?  Mevcut durumda nükleer enerji santrallerinin Türkiye’nin her geçen gün artan emniyet ve güvenlik riskleri karşısında saatli bomba olduğunu daha iyi okuyabilirken, nükleer atıkların nasıl depolanacağı, nasıl taşınacağı Türkiye’nin değil, hâlâ dünyanın muamması iken bu ısrar niye? Nükleer kazaların pek çoğu personel hatasından kaynaklanırken, kalifiye personel olmadığını bile bile nükleer ısrarı bir intihar değil mi?