(Pelin Cengiz / Haberdar – 18 Mayıs 2016)

Dünya Bankası yeni açıkladı, iklim değişikliğinin keskin etkilerini daha derinden hissedeceğiz gelecek günlerde. İklim değişikliğine bağlı felaketler nedeniyle 2050’de 1,3 milyar insan risk altında olacak, aynı şekilde 158 trilyon dolarlık mal mülk gibi varlıklar da… Bir anlamda bunu destekleyen bir açıklama da İngiliz yardım kuruluşu Christian Aid’den geldi, küresel ısınma nedeniyle 2060 itibariyle 1 milyar kişinin sel felaketi riski altındaki şehirlerde yaşayacağını kaydetti.

Halihazırda dünyada pek çok kent sel riskiyle karşı karşıya. Avustralya’ya bağlı Solomon Adaları’na ait beş ada deniz seviyesinin yükselmesi ve toprak kayması sebebiyle sular altında kaldı bile. Zaten çok yeni yapılan bir araştırma da, okyanus ısınması ve genleşme kaynaklı deniz seviyesindeki artışın küçümsendiğini, bu artışın önceki hesaplamaların iki katına kadar ulaşabileceğini ortaya koyuyordu. Bunda hem buzulların erimesi hem de ısınan suyun genleşmesi.

Diğer yandan, bugüne kadar 42 ülkede görülen zika virüsü ve ebola gibi salgınları önlemek için insan sağlığıyla ekoloji arasındaki bağlantının çok iyi incelenmesi gerektiğine dikkat çekiliyor.

Örnekler çoğaltılabilir, bunlar sadece son birkaç günün haberlerinden…

Tüm bu küresel iklim değişikliğine dayalı felaketlerin etkilerini azaltabilmek için çevre koruma konusunda hem özel sektörün hem de hükümetlerin sorumluluğu giderek artıyor. Sadece çevre koruma da yetmiyor. Fosil yakıt tüketimi bütün dünyada mevcut seviyesinde devam ederse, küresel iklim değişikliğinin sonucu olan hava kirliliği, kuraklık, açlık, susuzluk, salgın hastalıklar ve yerinden edilmeler nedeniyle hem ekolojik hem insani kırımlar katlanacak.

Üstelik sadece bu felaketlerden sanıldığı gibi yoksullar etkilenmeyecek, iklim değişiklikleri zenginler de vuracak. Eğer gelişmekte olan ülkeler, fosil yakıtlara olan bağımlılıklarını azaltacak hamleler yapmazlarsa, yakın zamanda ekonomilerinde ve yaşam kalitelerinde büyük gerilimler yaşayacak. Baskın ekonomik paradigma uyarınca çevre hassasiyeti büyümenin önünde engel teşkil eder ve bu yüzden ekonomi dünyasında yeri yoktur. Ama artık devir değişti. Yeni veriler paradoksal olarak, aslında çevre hassasiyeti olmayan bir ekonominin büyümeye engel olduğunu, hatta kendi bindiği dalı kestiğini gösteriyor.

İşte biz tam o bindiği dalı kesenlerin başında geliyoruz.

Dünyayı böylesi tehlikeler beklerken, kriz ve riskler için önlem alınması gerekirken tam tersi yönde uygulamalarla ekolojik yapıya geri dönülmez tahribatlar veriyoruz.

Türkiye’nin bu konudaki karnesi kırıklarla dolu. Yale Üniversitesi Dünya Çevre Performansı Endeksi’nde iki yılda 33 basamak geri giderek Türkiye genel sıralamada 99., Doğa ve Yaban Hayatı Koruma kategorisinde ise 180 ülke içinde 177. olmuştu. Türkiye’nin son yıllarda hızla kötüleşen çevre performansıyla yaban hayatı ve doğal alanların yok edilmesine özel bir yazıyla dikkat çekilmiş, çok az olan korunan alanların da imara açılması, çevre kanunlarının içinin boşaltılması, akarsuların HES’lerle yok edilmesi, doğa koruma verilerinin güvenilir olmaması ve rant/yolsuzluk/çevre tahribatı ilişkisine vurgu yapılmıştı.

SİT alanlarına kupon arazi muamelesi

Dağlar, yaylalar, vadiler, akarsular, sulak alanlar, meralar epeydir AKP iktidarları döneminde rant ve talan çarkının dişlileri tarafından öğütülüyor. Şimdi sıra geldi SİT alanlarına. Aslında bu konuda AKP iktidarlarının girişimleri yeni değil. 2011’den bu yana bir çok kez SİT alanlarının koruma statüsünü değiştirmek üzere girişimleri oldu. 2014’te Erdoğan, Başbakan olduğu dönemde, Türkiye’de çok fazla SİT alanı olduğundan şikayet etmişti. 2015’in ocak ayında AKP, rant adına SİT alanlarının statüsünü “hassas alan” olarak değiştirerek yağmaya açmaya niyetlenmişti.

Şimdi SİT alanlarıyla ilgili değişiklikler yine gündemde. Hükümetin, bir bütün olarak SİT alanlarının derecesini düşürmek ve alanlarını daraltmak için, sicili pek de parlak olmayan bir şirketle anlaşarak çalışma başlattığı ortaya çıktı.

Türkiye’de korunan alanlar üçe ayrılıyor: Çevre Koruma Bölgeleri, Doğal SİT Alanları (I,II,III derece) ve Tabiat Varlıkları (anıt ağaçlar vs)

Özel Çevre Koruma Bölgeleri Türkiye’de 16 tane, ülke yüzölçümüne göre oranı sadece yüzde 3. Halihazırda 2134 adet doğal SİT alanı var. Bunların yanında Türkiye genelinde arkeolojik, kentsel, tarihsel niteliklere sahip tescilli SİT alanlarının toplam sayısı 14 bin 840.

Kısaca, bu alanların hiçbirine çivi bile çakmanız mümkün değilken, bu alanlar yapılaşmaya açılacak, envayi çeşit inşaat, enerji ve altyapı projesinin sahiplerine peşkeş çekilecek. Bugüne kadar özellikle pek çok HES projesi ve madenler, gayrimenkul projeleri, sanayi tesisleri ya da enerji projeleri, SİT alanı statüsüne sahip yerlere yapılmak istendiği için Türkiye’nin dört bir yanında davalar açıldı, kimi yerler kurtarıldı ancak kimi mücadeleler devam ediyor. Özellikle Karadeniz’de çok sayıda ihtilaf var.

Koruma kurulları, korumadan yana değil kullanmadan yana son derece tartışmalı kararlar veriyor.

SİT alanı olan Taksim Gezi Parkı’na Topçu Kışlası’nın yeniden inşasını uygun bulan mahkeme kararının Danıştay tarafından onanması bunun bir örneği.

Doğal ve arkeolojik SİT alanları olmalarına rağmen Yassıada ve Sivriada’nın nasıl yapılaşmaya ve talana açıldığı ortada.

Geçenlerde Kanal İstanbul güzergahında yine değişiklik olduğu, jeolojik yapılar, doğal ve tarihi SİT alanları bulunduğu için projenin yeniden ele alınacağı açıklanmıştı. Kanal İstanbul için güzergah muamması sürerken, Türkiye’de SİT alanlarını “fazla” bulan zihniyet, SİT alanlarıyla ilgili düzenlemenin yeniden ortaya çıkarılmasına sebep olmuş olabilir mi diye insanın aklından geçmiyor değil.

İşin özü, bu değişiklikle fiilen ranta ve gaspa açılmış bulunan, yargı kararlarının dikkate alınmadığı, başına buyruk uygulamalar resmiyet kazanmış olacak. Toprağın, suyun, ormanın bu kadar hızla yok edildiği bir ülkede küresel iklim değişikliğiyle bağlantılı aşırı iklim olaylarının sebep olacağı felaketlere hazır olmakta fayda var.