(Jason Allen & Andrew Smolski / Jacobin – 22 Eylül 2016 – Çeviri: Caner Murat Doğançayır / Karasaban – 22 Ekim 2016)

“Sömürücü tarımsal sistemimizi tüketici tercihleri ile dönüştüremeyiz. Kolektif bir harekete ihtiyacımız var.”

New York Times’dan Kim Severson yakın zamanda hayatın temel bir gerekliliği olarak gıdanın bu seçim döneminde pek tartışılmadığına dikkat çekti. Yeşilleri dışarıda bırakırsak, hiçbir partinin platformu endüstriyel tarımın ekolojik ve ekonomik maliyetlerinden bahsetmiyor.

Bu açıkça, bir hata.

Gıdanın bir insan hakkı olduğunu deklare eden İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 25. Maddesi fark edilmemiş gibi gözüküyor ve gıdanın küresel ölçekte üretimi ve tüketiminde özel kontrolün yoğunlaştığı baskın tarımsal model köylülere, çiftlik işçilerine ve çevreye zarar veriyor.

Kontrolün yoğunlaşması

Birleşik Devletler’de gıda satışlarının üçte ikiye yakını büyük çiftlik kümelerinden geliyor. Bu büyük ve ciddi destekler alan –ülke çapındaki toplamın yüzde 4’ünden azını oluşturan- çiftlikler gıda üretimlerini yoğun kimyasal yöntemlere dayandırıyor.

Tarımsal yoğunlaşma yarım yüzyıl önce başladı. Çiftlik işçilerinin sayısı 1950’den 2002’ye on milyondan üç milyona düşerken aynı süre içerisinde aile çiftlikleri de hızlı biçimde düştü. Bugün küçük işletmeler hala Birleşik Devletler’deki çiftliklerin yüzde doksanını oluşturuyor fakat üretimin sadece yüzde 26’sından sorumlular ve genel gıda üretimi ve dağıtımında küçük bir etkileri var.

Bu yoğunlaşma artıyor. 2007 ile 2012 arasında sayıca artanlar yıllık 500.000 $ üzerinde kazanan ve iki hektarın üzerinde toprağı elinde tutan büyük çiftlikler oldular.

Bu dramatik kaymayı ne teknolojik gelişmeler ne de daha genel ekonomik kaymalar üretti. Esasen, kamu politikası endüstriyel tarım modelini destekleme ve yaygınlaştırmaya yöneldi. 1995’ten 2014’e hükümetten çiftliklere yönelik desteği alan ilk 10’dakiler -141 milyar dolara yaklaşan- toplam devlet desteğinin yüzde77’sini elinde tuttu. Aynı zaman zarfında Amerikan çiftliklerinin yüzde 62’si hiç yardım almadı.

Endüstriyel tarımın savunucuları bu çarpık mükâfatlandırmaları verimliliklerdeki artışlar ve fiyatlardaki düşüşleri işaret ederek meşrulaştırıyor. Yoğunlaşma, mekanizasyon, sentetik girdiler ve düşük işgücü maliyetlerinin daha etkili bir sistem ürettiğini iddia ediyorlar. Sav, endüstriyel tarım olmadan artan küresel nüfusun besin ihtiyacını karşılayamayacağımız şeklinde devam ediyor.

Bu savın biraz haklılık payı da var. Geçen otuz yıl içerisinde daha yüksek verimlilik ve daha düşük fiyatlar –en az bir yıl içerisinde yeterli kaloride besin içeriğini sağlayamama durumu olarak tanımlanan- küresel yetersiz beslenmenin kabaca beş kişide birden on kişide bire düşmesine eşlik etti.

Elbette bu gelişme coğrafi olarak eşitsiz biçimde kaldı; örneğin Birleşik Devletler gibi zengin bir ülkede bile halen yedi kişiden biri yetersiz beslenmeden etkilenmekte.

Endüstriyel Tarımın Bedeli

Ancak mevcut modelin bedelleri faydalarına ağır basıyor. Özellikle yoksul ulusların küresel gıda zincirlerini kontrol eden emtia piyasaları ve ulus ötesi şirketlerin geçici heveslerine karşı çarpıcı bir şekilde kırılganlığını artırıyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün 2007 ve 2008’deki gıda isyanları üzerine raporuna göre “(d)üşük gelirli ve ağırlıklı ithalata bağımlı ülkeler için yüksek gıda fiyatları ve büyüyen ithalat hesapları, özellikle sınırlı döviz imkânları olan ve gıda güvenliğine dair hayli kırılgan olanlar için temel mesele haline geldi”

Endüstriyel tarım ayrıca ekolojik olarak felaketle neticelenebilecek potansiyeller üretmekte. Doğrusu, bilim insanları, yıkıcılığının gezegenin birçok sınırını aşamamıza yol verdiğini savunuyor: “Dünya Sisteminin tutarlılığı ve dayanıklılığını düzenleyen dokuz süreç ve sistem – toplumlarımızın bağlı olduğu koşulları sağlayan toprak, okyanus, atmosfer ve yaşam etkileşimi”

Elbette gezegenimizin ekolojik hastalıklarının tümü için endüstriyel tarımı suçlayamayız, fakat önemli bir rolü de var. Ormanların, çayırların, sulak alanların Brezilya Amazonlarında olduğu gibi mahsul üretimi için temizlenmesi biyoçeşitliliği büyük ölçüde düşürdü.

Aynı zamanda giderek artan sayıda bilim insanı endüstriyel tarımın baskın aracı olan monokültürü ekolojik açıdan tehlikeli kabul ediyor. Monokültür toprağın besleyici çeşitliliğini yok ediyor ve zararlı canlılar ve hastalıklar dolayımıyla verimliliği bereketsizliğe daha açık hale getiriyor.

Modern tarımın teçhizatta, ulaşımda ve hatta böcek ilacı ve gübre gibi maddelerin yapımında fosil yakıtlara olan bağımlılığı sorunları birleştiriyor. Sentetik girdiler, üreticiler kârlarını sürdürebilmeleri için daha çok kimyasal müdahaleye başvurdukça, tabii yeryüzü döngülerinde sürekli derinleşen yarıklar yaratıyor.

2007 ile 2012 arasında tarımsal üretim için kimyasal alımları yüzde 60’ın üzerinde arttı. Bu böcek ilaçları, kimyasallar ve gübreler su sistemlerinde ve kıyı bölgelerinde son buluyorlar. Örneğin, Connecticut ve Rhode Island’ın toplamı büyüklüğünde Meksika Körfezi o kadar az oksijen düzeyine sahip ki şu anda deniz yaşamına yer yok. Mississippi havzasındaki endüstriyel tarımdan azot akışı doğrudan bu ölü bölgeyi yarattı.

Agroekoloji

Aktivistler ve bilim insanları uzun süredir endüstriyel tarımın tehlikelerinin farkında ve organik hareket de yirminci yüzyılın başlarına kadar uzanıyor. 1940’da Organik Tarım ve Bahçecilik kitabının yayıncısı Jerome Irving Rodale gibi uygulayıcılar “sentetik gübrelerin kullanımına karşı bir nefreti” paylaşıyordu. 1930’larda düşüşe geçen verim ve toz fırtınalarının (Dust Bowl) yüzey toprağının yitimiyle olan bağı gibi erken endüstriyel tarım başarısızlıkları, yüzyıl ortasında “doğal” olana kıymet verilmesini popüler hale getirdi.

Bugün çoğu gıda egemenliği hareketi ilhamını agroekolojiden alıyor. Bu çiftçilik yöntemi yerel ve organik tarımı sistemli hale getirmekte ve entegre çiftçilik, biyolojik girdiler, halihazırda var olan toprak, flora ve faunanın değerlendirilmesi gibi ekolojik ilkeleri verimliliği artırmak için uygulamakta.

Organik tarıma karşı en genel sav, verimliliğinin konvansiyonel pratiklerin oldukça altında kaldığı yönünde. Örneğin, Nature’daki 2012 tarihli bir çalışma endüstriyel tarımın duruma göre organik çiftliklerden yüzde 25 daha verimli olduğunu belirtiyordu. Fakat güncel çalışma farkın yüzde 20’den az olduğunu ortaya koyuyor. Dahası, multikültür ve ürün rotasyonu farkı yüzde 8 veya 9’a kadar daha düşürebilir.

Daha önemlisi, çalışma organik yönetim sistemlerini geliştirecek agroekolojik araştırmalara yerinde yatırımların bazı ürün veya bölgelerde verim farkını önemli ölçüde düşürebileceğini veya kapatabileceğini belirtiyor.

Ayrıca agrekolojik süreçler endüstriyel sistemlerden daha az enerjiye ihtiyaç duyuyor. Stephen Gliessman’ın işaret ettiği gibi “insanlar ekosistemin temel yapısını kendi haline bıraktığı sürece enerji maliyetleri küçüktür.”

Örneğin, mısır, buğday ve pirincin agroekolojik randımanı, insan ve insanın ürettiği enerji kalorisi başına bir ila üç gıda enerjisi kalorisi tüketmekte. Karşılaştırmalı olarak, endüstriyel tarım üretilen kalori başına on veya on beş enerji kalorisine ihtiyaç duymakta. Üretim modeli ekolojik olarak zararlı hale geldikçe –örneğin tek mahsul üreten çiftliklerde- girdi ihtiyaçları artmakta. Bu endüstriyel tarımın neden sera gazı salınımlarının yüzde 22 ile 33’ünden neden sorumlu olduğunu açıklıyor.

Giderek artan kanıtlar agroekolojinin endüstriyel tarımın yerine geçebilecek kapasiteye sahip olduğunu gösteriyor. Öyleyse neden pek yol alamadı? Tarım endüstrisi ve devlet yönetimlerinin agroekolojik pratiklerin yayılmasını engelleyen çabaları önemli bir faktör. Hareketin kendisi ve başarabileceği şeylere dair inancı ise diğer temel engeller.

Agroekolojiye Sosyalizm Gerek

“Yerel gıda”yı çevreleyen diskur genel kabul görüşe şeklini verdi. Şimdiye kadar savunucuları en genel haliyle tüketim ve üretimi ahlaki olarak ele alıp kapitalist tarıma dayanak oluşturan yapıları görmezden gelmeyi tercih etti.

Michael Pollan gibi sözcüler “toprağa dönüş” görüşünü ileri sürüyor ve modern tarımın sorunlarını sınıf ilişkilerindense endüstrileşme ile ilişkilendiriyor. Sonuç olarak, “çatalınız için oy verin” mantraları sorunu bir tercih meselesi olarak sunuyor. Pollan’ın sözleriyle:

“Gıda farklıdır. Hayvanları istismar eden, suyu zehirleyen, dünyanın etrafından durmadan gezinerek uçak yakıtını israf eden bir sistemi kolaylıkla terk edebilirsiniz. Başka bir deyişle çatalınızla oyunuzu kullanabilirsiniz ve bunu bir günde üç öğün yapabilirsiniz”

Pollan ve çevresinin tersine, gıda üretimini kontrol eden, tercihler değil sömürü. Kapitalist tarım, çiftlik işçilerinin artık değerine öylesine el koyduğu için neredeyse zenginleşen tek şey. 2013’te Birleşik Devletler’deki bir milyondan fazla çiftlik işçisinin her biri neredeyse 70000 $ değer ürettiyse de 30000 $’dan az ücret aldı.

1935’te Ulusal İşçi-İşveren İlişkileri Yasası geçtiğinde çiftlik işçilerinin ucuz tarımsal işgücü havuzunda kalması için yasa kapsamının dışında tutulması tesadüf değil. Yetiştiriciler bunun koşullarını meşrulaştırmak için hukuk profesörü Juan F. Perea’nın ileri sürdüğü şekliyle “Hala ayrımcılığın sürdüğü Jim Crow South’da (zencilerin beyazlarla aynı etkinliklere katılmasını önleyen engel) yayılan plantasyon benzeri tarzın korunması” arayışlarında ırkçı bir mantık kullanmıştı.

Tarım işçilerinin kaderlerine terkedilmesi onları endüstriyel işçi hareketinden ayırır ve kentlerdeki mevkidaşlarının kazandığı korunaklı koşullardan dışlanırlarken Dixiecrat’ların (güneyde beyazların üstünlüğünü savunan partililer) Wagner önerisine desteği iyice katılaştı.

Bu dışlama sebebiyle 1960’da Edward R. Murrow’un Utanç Hasadı’nı (Harvest of Shame) hazırlamasından beri çalışma koşulları pek az iyileşti. Çocuk emeği, ufalanan konut edindirme, ücret hırsızlığı, sağlıksız koşullar, cinsel istismar ve sağlık yardımında eksiklikler halen endüstri içinde hâkim. Bugün ağırlıklı olarak Latin kökenli işçiler, çiftlik sahiplerinin göçmen kanununu başlarında sallandırarak sürekli tehdit altında tuttuğu –onları direk işverene bağlayan- H2-A vizesi ile veya kayıtdışı işçiler olarak buraya varıyorlar.

Bu koşullar “Yeni Amerikan Köleciliği” olarak adlandırılıyor. Kuzey Carolina eyalet senatörü Brent Jackson ve oğlu Rodney Jackson’un yedi işçiyi çiftliklerine karşı yasal hak talebinde bulunmayı sürdürdükleri için kara listeye almaları gibi baskıcı taktiklerde gemi azıya almış durumdalar.

Çiftlik Çalışma Düzenleme Komitesine (FLOC) göre “ücretleri çalındığı veya güvensiz koşullarda çalışmaya zorlandıkları zaman bile işveren çalışanlarını korkutarak susturuyorsa… işçiler örgütlenme ve adil istihdam koşulları için müzakere hakkına sahip değilse olacak olan budur.”

Bu korkunç koşullar, tarımsal kâr ırkçı sömürüye ve dolaysız baskıya dayandığı için devam ediyor. Bu sırada Walmart gibi ulus ötesi dağıtımcılar üreticileri maliyetleri düşürmeye ve GDO’lu tohum ve böcek ilaçları gibi tekelleşmiş girdileri satın alarak üretimi genişletmeye zorluyor.

Stratejik Angajman

Çiftlik işçileri uzun süredir daha iyi ücret ve çalışma koşulları için kavga veriyor. Son yıllarda Güney Florida’da bir çiftlik çalışanları örgütü olan Immokalee İşçileri Koalisyonu (CIW), çalışanlarına eğitim vermesi, ücretleri artırması ve hijyenik tuvalet ve suya erişim için dağıtımcıları çiftçilere baskı yapmaya ikna etti.

Tarımsal yoğunlaşma CIW’nun tedarik zincirlerindeki düğüm noktalarına stratejik ataklarını daha etkili hale getiriyor. Sadece altı ulus ötesi şirket buğdayda küresel değer zincirinin yüzde 80’inden fazlasını kontrol ediyor. Benzer şekilde CIW üyelerinin topladığı domatesler gibi ürünler de çok küçük alanlarda yetiştiriliyor.

Daha önemlisi, CIW ve –Kuzey Carolina ve Ohio’da aktif, Amerikan İşçi Sendikaları Konfederasyonu üyesi- FLOC gibi örgütler temel güvenlik düzenlemelerinin uygulanması için başarılı bir şekilde savaştılar.

Örneğin, çiftlik işçileri uyarılmadan, koruyucu ekipman olmadan veya etkileri hakkında eğitim almadan düzenli olarak böcek ve bitki ilaçları kullanıyorlar. Bu zararlı kimyasalları kıyafetleriyle birlikte evlerine getirerek sadece kendilerini değil, çocuklarını da olumsuz etkiliyorlar. Maalesef çetin bir mücadeleyle karşı karşıyalar; Çiftlik İşçileri Birliğine (UFW) göre Çevre Koruma Ajansı’nın (EPA) böcek ilaçları üzerindeki düzenlemelerini zayıflatma yollarının arandığı Temsilciler Meclisindeki mevcut tasarruf tasarısı koşulları daha da kötüleştirebilir.

CIW ve FLOC’nin örgütlenme stratejileri aktivistleri ve toplulukları için somut kazanımlar üretti fakat çalışmaları genellikle işverenleri ve tedarikçileri ile sözleşme geliştirmeye odaklandı. Kapitalizmle mücadele edecek daha entegre bir siyasi projeye yönelmemiz gerek. Bu da sadece yerel gıda ve çiftlik işçi hareketlerinin ekolojik ve kalkınmayla ilgili kaygıları sınıf mücadelesi için temel kabul edip tarım sisteminde mutlak değişim talep etmek için birleşmeleri ile ortaya çıkabilir.

Sosyal, Ekolojik Eşitlikçilik

Yerel, sürdürülebilir gıda çiftlik işçilerinin sömürüye karşı mücadelesi ile birleşerek ekososyalist bir proje haline geldiğinde ancak agroekolojinin özgürleştirici potansiyeli gerçekleştirilebilir. Bunu başarabilmek için hareketlerin kesişen menfaatlerine, özellikle müştereklerin yeniden canlandırılması hususunda, eğilmeliyiz.

Küresel Güney’deki örgütler bu projeyi hâlihazırda üstlerine almış durumda. Dünyadaki en büyük köylü gruplarından biri olan La Via Campesina bu ilkeleri siyasi ajandasına yansıtıyor. Sélingué, Mali’deki 2007 Gıda Egemenliği Forumu’nda ortaya çıkan Nyéléni Deklerasyonu tarımda köylü denetimi, geniş ölçekte toprakların yeniden bölüşümü ve siyasi kurumların demokratikleşmesi ile kapitalist gıda sisteminden bağımsızlığını talep ediyor.

La Via Campesina’nın kusurları var fakat ekolojik menfaatlerin ve sınıf menfaatlerinin siyasi bir mücadelede nasıl entegre edilebileceğini gözler önüne seriyor.

Kapitalist endüstriyel tarımın gezegenin geçmişteki birçok sınırını aşmamıza, türleri kıymetli varlığını tehlikeye atmamıza ve medeniyet düzeyinde bir yıkım riskinin artmasına katkısı oldu.

İşçilerin tasarrufu ve hâkimiyetinde, metasızlaşmış bir gıda sistemine yönelmeliyiz. Stefano Longo, Rebecca Clausen ve Brett Clark’ın savunduğu gibi sosyalist projemiz “ekolojik limitlerin içerisinde … sosyal metabolizmamızın rasyonel düzenlemesini dahil ederek çalışan … şimdiki ve gelecekteki nesiller için gıda, barınak, iş, sağlık hizmeti ve yaratıcı kendini geliştirme imkanlarını dahil edecek şekilde hakiki insani gelişmenin temel ihtiyaçlarını güvence altına alan politik-ekonomik düzenlemeleri” içermeli

Bu hedefler yeni değil. Brian K. Obach organik gıda hareketinin her zaman “baskın sömürücü, yozlaşmış, ekolojik olarak yıkıcı ve vahşi düzenin yerine geçebilecek yeni, kooperatif, eşitlikçi ve ekolojik açıdan bakabilen kurumları” geliştirmeyi dert edindiğini söylüyor.

Orijinal tasavvurun yeniden doğmaya ihtiyacı var. Aksi halde, tercih odaklı gıda hareketi muhtemelen kapitalist genişlemenin yeni aşamasını besleyecek ve bir başka liberal statü sembolüne ve niş markete dönüşmüş kof isyan örneği haline gelecek.

Gıda adaleti sınıf savaşıdır. Bunu kabul etmemizin zamanıdır.