Seçkin B.
Bir zamanlar Kuzey Ormanları sandığımız Taraklı yaylasında, geceyi donarak geçirdiğimiz vakitlerde ne yapacağını bilmezce ortalıkta dolaşan, canlı mı canlı, neşeli mi neşeli, ağlak mı ağlak, içtiğinde kimi zaman enerjisi yükselen kimi zaman düşen ama eni sonu gülümseyen bir güzel insandı Özle. Yaptığımız forumlarda çok konuşan bir erkekle karşılaştığında dayanamayıp ilk göz göze geldiği insana bu durumu mimikleriyle anlatmaya çalışırdı. Başar’ın konuşmasını heyecanla dinler, bir süre sonra heyecanının yerini sıkılma alırdı. Başar’ın sözünün, Özle’nin ‘öfff Başar’ deyişiyle son bulduğu çok olmuştu. Ona takılmayı severdi. Seda’nın söylediklerini her birimiz gibi o da anlamak için çaba harcardı. Onur’a gülerdi. Esra’nın hazırladığı dövizler hoşuna giderdi. Sayamayacağımız nice insana dair nice duygu halleriyle birlikte forumlardan sonra beraber içip sohbet etmeyi de severdi.
Ve bir de öfkeliydi Özle. Kimimize göre KOS gibi Gezi’de doğmuştu. Öyle geçmişten gelen bir dayanma gücü yoktu. Öfkesinden ağlardı.
Şimdi düşünüyorum da her birimiz ağlardık önceden. Şimdiki kadar kabullenici değildik. Kazanacağımıza inansak da kazanmadan önce kaybettiğimiz ağaca, kurda, kuşa ağlardık. Sadece Kuzey Ormanları’na değil dünyanın tüm ormanlarına ağlardık. Ve mücadele eden her bir can ile beraber bakmaya çalışırdık yeryüzüne. Hambach Ormanları için ne yapabileceğimizi, ZAD’ın her bir savunucusuna moral verecek nasıl bir sözümüz olabileceğini, longozları, Cerattepe’yi, Validebağ’ı düşünür dururduk.
O yüzden olsa gerek her bir sesin, sözün, ezginin, pankartın bir hikâyesi vardır yaşamlarımızda.
ZAD için bulmaya çalışılan sözün pankarta dönüşmesi de böyle bir hikâye.
O söz bulunduğunda Kuzey Ormanları’na gidildi ve orada açılan bir pankarta dönüştü. Özle o pankart asılırken gülümsüyordu. O gün orada olan herkes o sözün Fransa’daki ormanları savunan ZAD’çılara tam o anda ulaştığını hissediyor ve gülümsüyordu.
Yıllar geçti. O pankart Kazdağları’nda nöbet tutan insanlara yuva olan metruk bir binada yer buldu. Özle, bu kez hep takip ettiği Kazdağları’na ve orada verilen mücadeleye o pankarttan gülümsedi. Bugün yaşayan her birimiz gibi Özle de olmadığı bir yerde olmayı, işte o pankartla başarmıştı. Kazdağları’na gittiğim ilk gün o pankartı görünce aklıma Özle gelmişti. O zaman orada tanıdığım birine “Nöbet bitince bu pankartı geri alacağız. Saklar mısınız?” demiştim. Aradan dört mevsim geçti. Alamadım. Olmadı. Ama kötü de olmadı; Kazdağları’nda Özle’nin gülümseyişi kaldı.

Özle’nin dertleri vardı, hastalığı vardı, korkuları vardı. Böyle bakınca her birimiz benzer insanlardık. Kuzey Ormanları biraz da bu benzerliğin yuvası, bu benzerlerin savunması olmuştu belki de. Her birimizin derdine, korkusuna, hastalığına iyi geliyordu orman:
“Her sabah kalktığımda şaşırıyorum. Şaşırdıkça mücadele gücüm de artıyor. Bunu bir var olma savaşı olarak görüyorum. Bunu bana Gezi direnişi öğretti. Kazanabileceğimizi gösterdi. Benim için Kuzey Ormanları Savunması ile birlikte Gezi direnişi halen devam ediyor.”
Özle böyle dile getirmişti kendisini. Kendisiyle birlikte bizleri de.
Velhasıl her birimiz bir diğerimizin gidişinden sonra bir söz söyleyecek. Şaşıracak, üzülecek, ağlayacak, canı sıkılacak. Çünkü biz hiçbir canımızın ölümüne alışkın değiliz. Alışmak da istemiyoruz. Gitmesin kimse ve çoğalsın yabanın insanları istiyoruz.
Ama öyle olmadı. Kuzey Ormanları güzel bir canını kaybetti.
Her daim sesi olmaya çalıştığı Kuzey Ormanları yuvası, sincaplar yoldaşı olsun. Yolu açık olsun.
Özle’yi tanıyan tanımayan her bir yaşam savunucusuna diyebileceğimiz tek şey; Özleyin bu güzel insanı. Sırtınızı yaslayın bir ağaca ve tanımadığınız bir insana özlem duyun. Düşen bir yaprağı bir ağacın köküne ya da bir dereye bırakarak hoşçakal deyin.
Özle’mizi özleyin
